Meratibi Tevhid 2

Meratibi Tevhid 2
A+
A-
  • MERATİBİ TEVHİD 2
  • Uşşâkî Meşayıhından Sıddîk Nâci Eren Efendi’nin ilk hocası Bekir Sıdkı Visali Hz’nin Tevhid hakkında yazdiklarından bir kısmı :
  • 1 — Tevhidi imani 2. Tevhidi ilmi 3. Tevhidi hali 4. Tevhidi ilahi.
  • 3 — Tevhidi Halî :

    Tevhîd-i Halî (hâli Tevhîd): Bu mertebede, tevhid ehli sâlikin, tabiî âdet ve alışkanlıklarının kaçınılmaz vasfı olan karanlıktan hepsi, tevhîd nurun doğuşunda yokluğa karışır. Beşeriyet gereği, onlardan geride kalan küçük bir parça, bazen doğan nur güneşinin parıltılarında saklıdır.
    Bu makamda tevhid ehli sâlikin varlığı, «BİR» olan varlığın Cemâlinin müşahedesine öylesine dalmıştır ki, o Mutlak Bir’in Zâtı ve sıfatlarından gayrısı, onun gözüne görünmez. Öyle ki bu makamdaki tevhîdi bile, O Mutlak Bir’in sıfatından görür; kendi sıfatından görmez. Hattâ bu görmeyi bile O’nun sıfatından bilir. Bu hal içindeki sâlik bu gidişle, bir damla misâli, tevhid denizinin şiddetle çarpışan dalgaları arasına düşer ve o cem’ denizinde boğulur kalır. Cem’ tasavvuf ıstılahındadır ve yerinde anlatılmıştır.
    Sûfîler tâifesinin efendisi Cüneyd şöyle dedi:
    «Tevhîd, bütün âdet ve alışkanlıkların kendisinde yokluğa gittiği, bütün ilimlerin içine sığdığı ve Allah’ın ezelde olduğu gibi, tek başına düşünüldüğü bir mânâ…»
    «Tevhid-i ilmî»nin menşei murakabe olduğu gibi, «tevhid-i halî»nin menşei de müşahede nurudur. Bu tevhid mertebesinde, çoğunlukla beşeriyet alışkanlıkları söner. İlmî tevhid’de bu alışkanlıkların büyük kısmı; halî tevhid’de ise küçük bir parçasının baki kalmasına sebep; sâlikin bu fiilleri düzeltebilmesinin mümkün olmasıdır. Bu bakımdan, tevhid sahibi, hayatında, tevhidin meydana gelmesi hususunda lâyıkıyla çalışamaz.
    Ebû Alî Dekkak dedi ki:
    «- Tevhid, öyle bir azimet halidir ki, onun borcu karşılanamaz ve öyle bir gurbet vasfıdır ki, onun hakkı ödenemez…»
    Varlıkların beşerî alışkanlıklar yokluğa eren tevhid ehli sâlikin tevhid hali, hayatlarında «sırf tevhid»in hakikatinden bir iz, zaman zaman çakan bir şimşek gibi, bir çakıntı halinde parıldar. Parıldar parıldamaz da kaçar gizlenir ve sâlikin beşerî varlığının âdet ve alışkanlıklarından geriye, kendisine kalan parçaları, hemen ona döner gelir. «Sırf tevhîd»in hakikatinden bir eser olan çakıntının, parıltısı anında ise, gizli şirkin geride kalan parçaları olan o beşerî âdet ve alışkanlıklar, tümüyle kalkmış, yok olmuş olur.
    İşte, insana, halî tevhid’de bu mertebelerin ötesinde bir mertebe mümkün değildir. (3)
    ……..
    Nefahatül Üns’ten :
    Halle ilgili tevhit: Bu tevhitte tevhit hali muvahhidin [tevhit eden] zatının gerekli bir vasfı olur. Vücûttaki usulle ilgili bütün karanlıklar tevhidin parlaklığında dağılır ve yok olur. Bir parça kalsa bile tevhit nuru, muvahhidin halindeki nurlarla izli ve saklı kalır, tıpkı yıldızların ışıklarının güneşin ışıklarında gizli ve saklı kalması gibi. “Sabahın aydınlığı yıldızların nurlarındaki parıltıları gizlemiştir.”
    Bu makamda muvahhidin varlığı, tek olan varlığın güzelliğini müşahede ve temaşa etmede, ayn-i cemde öylesine müstağraktır ki, onun gözünde vahidin zat ve sıfatlarından başka hiçbir şey görünmez. O derece ki, bu tevhidi bile o vahidin sıfatı olarak görür. [Onu gören o olur.] Kendisin varlığı bu yolda bir damla gibi, tevhit denizinde coşan dalgaların tasarrufuna düşer, gark-ı cem olur, onda batar gider. Nitekim tasavvuf yolunun şeyhi Cüneyd (k.s.), Tevhit öyle bir manadır ki, usul onda yok olur, ilimler onda toplanır, Allah ezelde olduğu gibi olur [İnsana ve eşyaya ait hiçbir varlık ve bilgi kalmadığından, ezelde olduğu gibi Allah’ın olup da başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir durum meydana gelir] demiştir.
    Bu tevhidin kökeni müşahede nurudur, nitekim ilme ait tevhidin kökeni de murakabe nurudur. Bu tevhitte beşeri usulün çoğu yok olur. İlme ait tevhitle az şeyin ortadan kalkmasının ve halle ilgili tevhitte birtakım usul bakiyelerinin kalmasının sebebi şudur: Fiilleri tertip ve halleri düzeltme durumunun muvahhitten suduru mümkün olduğu sürece, muvahhit hayatının şu anında tevhit hakkında yapılması icap eden şeyi hakkıyla eda etmiş olmaz. Bu nedenle Ebu Ali Dekkâk (k.s.) “Tevhit, borcu ödenmez bir alacaklı ve hakkı eda edilemez bir gariptir” demiştir.
    Muvahhitlerin havassında olanlara, hayatlarının şu anlarında vücûtla ilgili usu eserleri yok olunca bazen saf tevhidin hakikatinden şimşek misali bir ışık parlar ve derhal  söner. Vücutla ilgili usulden kalanlar yine bu anda geri döner, bu haldeyken şirk-i hafîden kalanlar tamamen yok olur. Tevhit konusunda insan için bu mertebenin ötesinde başka bir mertebe mümkün değildir. (4)
    ………
    Tevhidi idrak eden ve yaşayanın hali nedir?
     C : Tevhid ehli 2 türlü sükut ehlidir. Hem ağzıyla susar. Kimse onu dedikodu ettiremez, kimse aleyhte konuşturamaz, kimse iddia sahibi kılamaz. O iddia edemez. Kime iddia yapacaktır, Allah’ına mı iddia edecektir? Kimi çekiştirecektir, Allah’ını mı çekiştirecektir. Bakın tevhid ehli olan Hz.Cîlî buyuruyor ki; Hadis-i şerifte Peygamber efendimiz “Verdiğiniz sadaka insanın eline düşmeden Allah’ın eline düşer” der. O halde her şey Allah’tan tecellidir. Eee peki diyor, bağırıp küfür ettiğin söz kişinin yüzüne çarpmadan Allah’ın manasına ulaşmıyor mu ve sen bundan edep etmiyor musun?
    İkinci sükût ise kalbin sükutudur. Bu da, dünya endişe ve takıntılarını bırakmaktır. Hem dilin hem de kalbin sükutu hasıl olursa, o kulun sırrı kendini gösterir ve Cenab-ı Hak o kimseye tecelli eder. Çünkü bu hal, vahdet halidir.  (5)
    ………
    Sûfîler kendilerine has tevhid anlayışına “tevhîd-i sûfiyye, tevhîd-i hâlî, hakîkat-i tevhîd, tevhîd-i amelî” gibi isimler vermiştir. Bu ifadeler onların tevhidi sadece bilgi ve sûretten ibaret görmediklerini ortaya koyması bakımından önemlidir. Sûfîlere göre tevhid duygu ve sevgi ağırlıklıdır, keşif ve ilhama dayanır ve sülûkü gerektirir.  (6)
  • 4 — Tevhidi İlâhî :

  • Tevhid-i İlâhî (İlâhî Tevhid): Allah, ezellerin ezelinde, -başkasının tevhidiyle değil- kendi kendine, «vahdaniyet- birlik» vasfıyla ve «ferdâniyet-teklik» sıfatıyla vasıflanmıştı.
    «Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu» «şu ân ezelde olduğu gibidir ve sonsuz kerre sonsuza dek bu vasıf üzerine olacaktır.»
    «Herşey yok olucudur, ancak onu vechi değil…» meâlindeki İlâhî ifade de «yokolmak» kelimesinin İsm-i fail sigasında, yani «yokolucu» şeklinde gelmiş olmasından murad, topyekûn eşyanın varlığı O’nun varlığında bugün bile yokolmakta olduğuna işarettir.
    Bu halin ve bu hakikatin müşahedesini öteye, Ahirete bırakmak gafillerin ve Hk’tan mahrum kalanların işidir. Yoksa, basiret sahipleri ve müşahede ehli olanlar için –ki onlar, zaman ve mekân cenderesinden kurtulmuşlardır- içinde yaşadıkları bu müşahede ânı kaçırılmaz, harcanmaz bir nakit kıymetindedir.
    Bu Tevhîd-i İlâhî, öyle bir tevhîddir ki, bütün noksanlık vasfından uzak ve arınmıştır. Mahlûkatın tevhidi ise, kendi varlıklarının eksikliği sebebiyle eksiktir.
    Yezdî, «Kitâb-ı Fevâtih» adlı eserinin ikinci kısmında der ki:
    «Her türlü işaret ve ibareden soyulmuş, bütün kayıt ve itibarlardan arınmış olan Zât’ın kendisini ve hüviyetinin bilinmezliğini idrak, muhaldir…»
    «O’nu hiç bir ilim kuşatamaz!» O, vasıflı olduğu rahmet ve şefkatinden dolayı, âşıklarını, kendi Zât’ı üzerinde düşünmekten menetmiştir ki, vakitlerini bu muhal olan şeyler harcamasınlar…
    Kainatın Efendisi, Allah Resulü buyurdular ki:
    «-Seni, marifetinin hakikatiyle tanıyıp bilemedik…»
    Ve yine buyurdular ki:
    «- Allah, bütün idraklerden gizlidir, gözlerden saklı olduğu gibi… Ve şüphesiz bütün melekler de, sizin arzuladığınız gibi O’nu arzularlar.»
    İbn-i Abbas’dan rivayet olundu:
    «Bir grup sahabi, «Zât» hakkında fikirde bulundular. Bunu gören Allah Resulü: «Allah’ın yaratıkları üzerinde tefekkür ediniz, Zât’ı hakkında değil!.. Zira siz, O’nu, kadrinin hakikatiyle takdir edip, bilemezsiniz.» buyurdular.»
    Sıddîk-ı Ekber de buyurdu ki:
    «- İdrakin aczini idraktir ki, idraktir!»
    Firavun, Hakk’ın Zât’ına dair:
    «- Alemlerin Rabb’i nedir?» diye sorduğunda, Hazret-i Musâ, Hakk’ın, Zât hakikatini bilmenin muhal olduğunu bildirmiş ve Hakk’ın sıfatlarını beyan etmek suretiyle ona cevap vermiştir. Firavun da, Hazret-i Musâ’nın, bu sorunun cevabına gücü yetmediğini imâ ederek, kavmine, onun deli olduğunu söylemeye kalktı. Bunun üzerine Hazret-i Musâ da gayet açık ve berrak bir şekilde, asıl, Firavun’un deli olduğunu göstermiş ve sözünü, «eğer aklınız eriyorsa, düşünüyorsanız bunu anlarsınız.» şeklinde bitirmiştir.
    İşin aslının bu olduğunu bildikten sonra; Hakk’ı idrak, «mümkünler»in muhal tablosunda, yani varlıklar aynasında Nûrunun zuhuru itibariyle mümkündür. Bu da iki kısımdır : Biri O’nun idrâkidir. Lâkin idrâk edilen şeyin, O’nun Zât’ı olduğundan gafil olarak idrak… Bu türlü idrakte bütün insanlar müşterektir.
    Emir’ül Mümin Ali İbn-i Ebî Talip buyuruyorlar ki:
    «- Allah kullarına, kulları O’nu görmeksizin, bilmeksizin tecellî ettiği gibi, yine onlara, tecellî etmeksizin de kendini bildirir.»
    İdrakin diğer kısmı da, O’nun Zât’ını «tam şuurla» idraktir. Bu da üstün, seçkin insanlara, belki, seçkinlerin seçkini olan yüksek zatlara mahsus bir haldir.
    Hazret-i Kerrâr-ı Haydar (Hz. Ali):
    «- Ben O’nu gördüm, bildim de O’na ibadet ettim. Ben görmediğim, bilmediğim bir Rabb’a kulluk etmem etmem!» buyurdular.
    Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî, «Füsûs’ul Hikem»in tevhid bahsinde der ki:
    «- Hakk’ın topyekûn mahlûkatta hususî bir zuhuru vardır. Bu zuhurla O, her şeyin mefhûmunda zahir ve her idrakten de bâtındır.» Yani, Allah’ın her şeyde hususî bir zuhuru vardır ki, her mefhumda tecellî edicidir ve O, bu tecellîlerin idrakinden de gizlidir. Zira, O’nun tecellîlerini hakikatiyle anlamakta beşer idraki âcizdir.
    Kelâmcılar, İlâhî Zât’ın bilinmesi mümkündür, derler. İmam-ı Gazalî, İmam’ül Harameyn ve bu sırra erenler, Zât’ın bilinmesinin muhal olduğu fikrinde sûfilerle birliktedirler.
    Ebû Alî’den, Arapça beytler:
    Marifetinin hakkıyle bilemedik seni,
    Kâinat, senin marifetine varamadı.
    Hep anlatanlar, âciz kaldılar senin vasıflarından,
    Bağışla bizi Allah’ım, bizler beşeriz!
    Hakk’ı ne şekilde tasavvur edersen, o tasavvur, O’nun perdesi olur.
    Hakk’ın Zât’ını tasavvur, gizliliğin en son haddinde ise de varlığının tasdiki, açıklığın, zuhurun en son haddindedir.
    Bir âyet meâli:
    «Yeri ve gökleri yaratan Allah’da bir şek mi var?»
    Bazı tahkik ehli, Zât’ın tasdikinin bedahetini ifade etmişlerdir.
    Cüneyd’e sordular:
    «- Yaratıcıyı isbata delil nedir?»
    Buyurdular:
    «- Sabah’ın meş’aleye ihtiyacı yoktur!»
    Açık olan odur ki, Hakk’ın Zâtının zuhurundaki kemâl ve şiddet, O’nun gizlenmesine sebep olmuştur.
    «Bir şey, haddinden öteye geçerse, zıddına döner.»
    (Farisî beyt
    Ondan gayrı yar, yar değil,
    Onun visal gülşeninde diken bulunmaz.
    Gizlidir, herkese O’nun hakikati,
    O zâtında gizli değildir ancak.
    Sûfî büyükleri dediler ki:«- Yokluğun kendisi (kendinde yokluk), «sırf yokluk» halinden görünür plâna, varlık plânına asla geçemez. Şöyle ki; «sırf yokluk», katiyen «varlık rengi»ni kabul etmez; «hakikî varlık» da tersinden aynı şekilde asla, yokluğun rengine bulanmaz.»
    («An» içinde yokluk hissedilmez. Zira, her «ân»da yokluğu bir varlık takip eder ve bunun, böyle uzun süre kesintisiz devamı, her şeyin varlıkta sürekli olduğu zannını verir.)  (3)

    Uşşâkî Meşayıhından Sıddîk Nâci Eren Efendi’nin ilk hocası Bekir Sıdkı Visali Hz’nin Tevhid hakkında yazdiklarından bir kısmını aktardık.  

  • Kaynaklar : •

  • 1 Hakikat ve Marifet Sırları Visali hz ve Ruhi hz

  • 2 Bekir Sıdkı Visali hz. divanı

    3 Sühreverdî’nin «Avârif’ul- Maârif» adlı eserinin birinci bahis, ikinci kısmı ; Tasavvuf Bahçeleri, Es-seyyid Abdülhakîm Arvasi kaddesallahu sırrahul aziz, Sadeleştiren: Necip Fazıl Kısakürek ,s.50-54 ; haceganhazeratı internet sitesi

    4 –  Nefahatül Üns   internet sitesi

    5- http://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=974

    6- https://islamansiklopedisi.org.tr/tevhid

    Foto : Kelimei Tevhid